21 Nisan 2013 Pazar


















































919- 1920 Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çok çok önemli bir tarihi sayfa..NEDEN MALTA’YA SÜRÜLDÜLER ??? .!!!…Malta sürgünleri.

( 1919-1921)
Bütün aksi iddialara rağmen, sadece yurt dışında değil yurt içinde dahi özellikle Batıya şirin görünmeyi ideal edinmiş ve bu nedenle de Kemalist İdeolojiye en fazla karşı çıkan Neo- Liberaller veya Numaracı Cumhuriyetçilerin gerçek kabul ettiği Ermeni Soykırım İddialarının tıpkı günümüzdeki bazı olaylar gibi, çoğunlukla sonradan, masa başında uydurulmuş olduğunu ispat eden en önemli tarihi olgu herhalde Malta Sürgünleri olayıdır. Biz bu gün bu konuyu değişik yönleri ile ele almak ve kafalara takılan bazı soruları cevaplandırmak istiyoruz.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Antant güçlerin Wilson ilkelerini nasıl yorumladığı ve Osmanlı topluluğu içindeki Türk ve diğer unsurlar hakkındaki gerçek duygu ve düşüncelerini resimleyen en önemli belge; 30 Ekim 1918 tarihinde Türk Heyeti’ne imzalattırılan Mondros Ateşkeş Anlaşmasıdır.
Bu Ateşkes anlaşmasının bazı maddeleri üzerine biraz düşünmek Avrupa’nın gelecekteki hareket tarzlarının Türk ve Müslümanlar için çok ağır problemler doğuracağının işaretlerinin görülmesi için yeterlidir.
Md.4: İtilaf hükümetlerinin savaş esirleri ile Ermeni esirleri, tutukluları İstanbul’da toplanacak ve kayıtsız koşulsuz İtilaf Hükümetlerine verilecektir. (1)

Sadece bu madde bile Ermenilerin Osmanlı Cemaati içinde ezilmiş bir kitle değil, ülkenin düşmanları ile yakın ilişki içinde bulunduğunun ve hatta savaşın taraflarından biri olduğunun değişik bir ifadesidir. Kendi ana vatanına ihanet ve düşmanlarla tam bir işbirliği içinde bulunmuş olduğunun da kanıtı kabul edilebilir. Osmanlı topluluğu içinde Müslim, gayri Müslim 20-25 değişik soydan topluluklar varken acaba neden Ermeni esirler oluyor ve bunlar savaşılan ordular askerleri ile eşit seviyede muamele görmesi, düşman ülke temsilcileri tarafından öncelikle talep ediliyordu?

Md.18’de Arap topraklarında ve Kilikya’daki kuvvetlerin intizamı koruması için gerekli sayıdan çoğu beşinci maddedeki koşullara uyularak, geri çekilecektir.
Md.24. Vilâyat-ı sitte’de (altı il’de, Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Bitlis, Sivas) karışıklık çıktığında bu illerin herhangi bir bölümünün ele geçirilmesi hakkını İtilaf Devletleri saklı tutar.
Her iki madde de kurulması tasarlanan yeni Ermeni yurdu için toprak temin etmek için anlaşmaya konmuş maddelerdir.
Ateşkesin hemen arkasından Patrikhane başta olmak üzere Ermeni liderleri Türk resmi yöneticilerini suçlayacak ve mahkûm edecek olay ve belge arayışına girdiler, resmi kişileri konuşturarak olayları bilen, bilmeyen bu kişilerin kendilerini yatıştırmak amacıyla söyledikleri sözleri daha sonra yazılarına, iddialarına dayanak yaptılar. Meselâ 23 Kasım’da Daily Mail gazetesi Temsilcisi’nin Padişahla yaptığı ve daha sonra Times gazetesinde yayınlanan bir demeci şöyle naklediliyor:
“Türkiye’de bazı siyasi komiteler tarafından Ermeniler hakkında yapılan muameleyi büyük bir üzüntü içinde öğrenmiş bulunuyorum. Bu gibi fenalıklar ile aynı vatana mensup evlatlar arasında vuku bulan karşılıklı kıyımlar kalbimi kırdı. Saltanata geçer geçmez bu olaylara sebebiyet verenlerin son derece şiddetle cezaya çarptırılması için derhal tahkikat açılmasını emrettim. Muhtelif nedenler bu emrimin süratle yerine getirilmesine mani oldu. Fakat bu gün bu mesele bütün detayları ile soruşturulmaktadır.” (2)
2 Ocak 1919 günü İstanbul’daki İngiliz yüksek komiseri Amiral Calthorpe; İngiliz hükümetine müracaat ederek bir ön tedbir ve bir kararlılık gösterisi olabileceği inancıyla bazı Türk liderlerin tevkif edilmesi için müsaade istedi. Ona göre ancak böyle sert tedbirler Türklere yenildiklerini ve yabancılara ve Ermenilere saygılı olmaları gerektiğini anlatabilirdi. (3)
Bu amaçla İngiliz Yüksek Komiserliği bünyesinde bir çalışma grubu oluşturuldu ve bu grubun başına, savaştan önce 15 yıl kadar İstanbul’da mütercim –tercüman (dragoman) ‘lık yapmış olan Andrew Ryan getirildi. (4) Mütarekeden hemen sonra Kasım ayı içinde İstanbul’a gelen Ryan vakit geçirmeden eskiden tanıdığı Ermeni ve Rum unsurları ile temasa geçti. Ermeniler arasında tespit ettiği bazı haber kaynaklarınca Ermeni ve Rum birimleri ile müşterek hareket etmelerini teşvik etti.
Onun gayretleri ve Ermeni patrikhanesi ile müşterek çalışmaları sonucunda “Türk Savaş suçluları” belirleyen bir seri “kara liste” hazırlandı. Ocak ayı ile Nisan 1919 arasında bu “gayri resmi” listelerden dördü Padişahın hükümetine verildi. Vahdettin politik düşman olarak kabul ettiği İttihat ve Terakki Partisi üyelerinden öç almak isteyenlerle birlikteydi. Amiral Carthorpe hükümetine “Türk Hükümeti vasıtasıyla harekete geçmenin kesinlikle gerekli olduğunu” yazdı. Ryan’da not olarak, “bizim yöntemimiz tevkif edilecek isimleri teklif etmek, böylece ilerde bize yüklenmek istenecek sorumlulukları da inkâr edebilme imkânına sahip olacağız” ifadesini ilave etti.
Savaş suçlusu yaratmak için ulusalcı, yurtsever insan avına çıkan İngilizler, kendilerinin oluşturacakları bir Yüksek Mahkemede, Ermenilere karşı sözde suç işlemiş, kırım yapmış asker, sivil Osmanlı yöneticilerini yargılayarak, bir Ermeni kırımının yapıldığını tüm dünyaya duyurmak istiyorlardı.
“İngilizlerin baskısı nedeniyle Tevfik Paşa hükümeti Ocak 1919 ayı içinde 160 ila 200 kadar insanı tevkif etti. Calthorpe 30 Ocak günü, Malta Valisi Lord Plumer’e bir tel çekerek, Türkiye dışında Tevkiflerin emniyeti için 50-60 kişilik bir Türk esir grubunun muhafazası için gerekli düzenlemelerin yapılıp, yapılamayacağını sordu.
5 Şubat’ta Amiral Calthorpe Dışişleri Bakanlığınca uyarıldı ve Ateşkes hükümlerine uymayan İngiliz esirlerine kötü davranışlarda bulunan, Ermeni ve diğer ırklara karşı zalimce davranışlarda bulunan resmi görevlilerin ve komutanların Türk Hükümeti tarafından tevkif edilerek, en yakın müttefik komutanlığa teslim edilmesi istendi. Bunun üzerine Amiral Calthorpe ile İstanbul’daki Fransız kuvvetleri Komutanı General Franchet d’Esperay arasında bir tartışma başladı. Fransız General’e göre itham edilen kişileri tevkif etme, usulüne göre yargılama ve cezalandırılmaları koruma sorumluluğunun Türk makamlarına ait olması gerekiyordu. Fransız hükümetine göre, Alman, Avusturya ve Bulgar görevlilerin hiçbirinin yakalanma veya taciz edilmemesine rağmen, Türklerin suçlu olabilecekleri ihtimali ile tevkif edilmeleri Talebi, Müslüman Türklere karşı bir ayrım yapıldığı izlenimi bırakacaktı.” (5)
İşgal güçlerinin bu davranışlarından rahatsızlık duyan Tevfik Paşa Hükümeti çok önemli bir karar aldı. 1919 yılının Şubat ayında Avrupa’nın beş tarafsız ülkesi (İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç ve İsviçre) Hükümetlerine müracaat ederek, Ermeni zorunlu göç olayı hakkındaki ithamları incelemek için tarafsız bir komite kurulduğunu, bu ülkelerin de Komisyon’a ikişer adli müfettiş göndermeleri halinde gerçeklerin ortaya çıkarılmasını istemişlerdir.
Bu hiç beklenmedik Türk çıkışı İngiliz Dışişleri temsilcilerini paniğe kaptırdı ve bu çıkışı daha başlangıcından engellemek için harekete geçtiler. Türk teklifinin İngiliz Hükümetince nasıl karşılandığını anlamak isteyen İspanya’nın Londra Elçisi’ne gönderilen bir notta “Türk teklifinin kabulünün sulh konferansındaki bazı düzenlemelere aykırı olabileceği ve bazı ciddi karışıklıklara sebebiyet verebileceği” belirtiliyordu. Böylece Dünya Savaşı içinde Ermenilere karşı yapıldığı iddia edilen zorlamanın tarafsız bir şekilde incelenmesi imkânı ortadan kaldırılmış oldu. Anlaşılacağı şekilde İngiliz Hükümeti olayları kendi istedikleri biçimde yorumlama hakkını elinde tutmak istiyordu. Ermeni iddialarının tarafsız bir heyette incelenmesi teklifinin sahibi olan Sadrazam (İngilizci) Tevfik Paşa (İngilizlerin baskısı ile) 3 Mart 1919’da istifa ettirilmiş ve yerine (daha İngilizci) Damat Ferit Paşa getirilmiştir. (6)
Soykırımla ilgili kişi ve belgeler bulunmamasına rağmen İngilizlerin isteği ile tevkifler Mart ve Nisan aylarında da devam etti. Ciddi bir itham olmamasına rağmen bu tutuklular “Bekir Ağa Bölüğü” diye adlandırılan bir hapishanede toplatıldı. Nihayet 28 Mayıs gecesi İngiliz Askeri otoriteleri aralarından seçtikleri altmış yedi kişiyi HMS Prenses Ena adlı bir gemi ile Malta’ya gönderdiler. Fransızlar Türk esirlerin yurt dışına çıkarılmasına itiraz edince, İngilizler bu nakliyatı Türklerin isteği üzerine yaptıkları gibi bir bahane öne sürerek yaz boyunca devam ettirdiler. (7)
15 Ocak 1919 günü İstanbul, Kahire ve Bağdat’taki İngiliz Komutanlıklarına şifre ile dokuz Türk Komutanının adları Savunma Bakanlığı tarafından verilir. Cezalandırılmak üzere bunların yakalanması istenir. Bu komutanların adları ve isnat edilen suçları şunlardır: (8)
1- Nuri Paşa: Kafkasya’daki eski İslâm Ordusu Komutanı. Suçu Azerbaycan’a asker sokmak ve Ermenilere zorbalık etmektir.
2- Mürsel (Bakü) Paşa: Kafkasya’daki Azerbaycan Kuvvetleri Komutanı, Nuri Paşa’yı desteklemek, Türk Ordusunun geri çekilmesini geciktirmekle suçlanıyor.
3- Yakup Şevki (Subaşı) Paşa: Kafkasya’daki dokuzuncu Ordu Komutanı. Suçu Ermenilere, Ukraynalılara zorbalık etmek ve geri çekilmeyi geciktirmekti.
4- Nihat (Anılmış) Paşa: Pozantı’daki İkinci Ordu Komutanı. Suçu sivil makamları ayaklanma için kışkırtmak, Kilikya’yı boşaltmamak.
5- Ali İhsan (Sabis) Paşa: Mezopotamya’daki Altıncı Ordu Komutanı. Suçu Cerablus’taki İngiliz Komutanına hakaret etmek ve yağmacılık yapmak
6- Fahrettin (Türkkan) Paşa: Hicaz Ordusu Komutanı. Suçu zamanında teslim olmamak, (10 Ocak 1919 gününe kadar) savaşa devam etmek.
7- Galip Paşa: Yemen’deki 40. ıncı Tümen Komutanı, suçu teslim olmamak.
8- Tevfik Paşa: Yemen’deki 7 nci Kolordu Komutanı, suçu teslim olmamak.
9- Asir’deki 23 ncü Kolordu Komutanı, suçu teslim olmamak.
İngilizler 23 Ocak –20 Nisan 1919 günleri arasındaki dönemde, yakalanmaları için, 223 kişi’nin adını Tevfik Paşa ve daha sonra gelen Damat Ferit Hükümetine vermişlerdir. Bunların arasında otuz yedi Türk subayı bulunmaktaydı. Yakalananlar yargılanmak üzere önce İstanbul’da toplandılar ve isnat edilen en büyük suç “Ermeni Soykırımı” dır. 13 Mayıs günü, Aşçıyan adlı bir Ermeni hukukçu, Sıkıyönetim Mahkemesi sorgu yargıçlığına atandı. Sanıklar, “Ermeni, kırımına katılma” suçunu hep birlikte reddettiler. 15 Mayısta Yunanlılar’ın İzmir’e çıkışından iki gün sonra 17 Mayıs’da Ermeni kırımından sorguya çekilen Ziya Gökalp’in sözleri bir kamçı gibi mahkeme duvarlarına çarptı.
“Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni soykırımı değil, bir Türk –Ermeni vuruşması vardır. Onlar bize arkadan vurdular, biz de vurmak mecburiyetinde kaldık.” (9)
İşgalci güçlerin en önemli istihbarat kaynağı Ermeni –Rum şubesidir. Bu şube’nin çalışması Amiral Calthorpe’un Dış İşleri Bakanlığına gönderdiği bir raporda (10) belirttiğine göre olaylar ve kişiler için ayrı ayrı iki tip fiş tutmaktadır. Kişi olarak 600-700 kadar Türk fişlenmiştir. Kişilerle ilgili olarak yurdun her tarafından Rum, Ermeni, Kiliseler, Okullar ve ajanlar vasıtasıyla toplanan bilgiler bu fişlere işlenir.
Mahkeme başkanlığına “Nemrud” lâkabıyla tanınmış Kürd Mustafa Paşa getirilmiştir. Artık mahkeme, bir mahkeme olmaktan çıkmış, hükümetin emrini yerine getiren bir görevliler grubu halini almıştı. (11) Kemal Bey işte bu mahkemenin verdiği 8 Nisan 1919 tarihli kararla idama mahkûm edildi ve karar 10 Nisan 1919 Perşembe günü Beyazıd Meydanı’nda asılarak yerine getirildi. (12)
Kemal Bey hakkında verilen bu karar o dönemde gerek “Bekir Ağa Bölüğü” tutukluları, gerekse bütün İstanbul’da büyük yankı uyandırdı. O dönemi yaşayan bütün bireylerin hatıralarında Kemal Bey’in idamına özel bir yer verilmiştir. (13)
16 Mart 1921 günü İngiliz Yüksek Komiserliği, Malta’daki sürgünlerle ilgili hazırladığı suç delillerini, iddianameleri topluca Londra’ya iletti. Bunlar, Yüksek Komiserliğin iki yıldan beri hazırlamakta olduğu suç delilleriydiler. Yargılanmak için özel olarak seçilmiş 56 zanlıyı suçlamak amacı taşıyordu. Bu insanların hepsi “Ermenileri öldürtmüş veya bizzat öldürmüşlerdi.” Böyle itham ediliyorlardı. İngiliz Yüksek Komiseri bu iddiaları Londra’ya gönderirken Lord Curzon’a şu bilgiler de veriliyordu.

“…. Müttefik ya da tarafsız ülkelerin hiç birinden bilgi istenmedi. Özellikle Amerikan hükümetinin elinde bol miktarda belge bulunduğu kuşkusuzdur…
Barış Antlaşması Sevr henüz yürürlüğe girmediği için Türk Hükümeti’ne ve görevlilerine de herhangi bir baskı yapılmadı, bu nedenle hiç bir Türk belgesi de sağlanamadı… Anadolu’da gezi özgürlüğü bulunmadığı için pek az sayıda tanık gelebildi… Şimdiye kadar bilgi toplanmasında başlıca kanal Ermeni Patrikhanesi oldu..” (14)
İngiliz Yüksek Komiseri Sir. H. Rumbold’un yazdıklarının ne dereceye kadar gerçeği yansıttığını okurların anlayışına bırakıyoruz. Millet Meclisini basıp, Milletin vekillerini orada tutuklayacak kadar pervasız işgalciler, Hükümet ve Sadrazam’a her istediğini yaptıracak kadar küstah ve zorba tavırların sahipleri: “Osmanlı memurlarına baskı yapamadıkları gibi onurlu bir davranış arkasına saklanarak, bilgileri bu gibi mazeretler nedeniyle Ermeni Kilisesinden aldıklarını itiraf ediyorlardı. Ama Amerikalılara güveniyorlardı. Zaten savaş içinde Ermeni Fırtınası Amerikan Büyükelçisi tarafından tezgâhlanmamış mıydı?
31 Mart 1921 günü Lord Curzon, İngiltere’nin Washington Büyükelçisi Sir A. Gaddes’e bir telgraf çekti.

“Malta’da İngiliz Hükümetinin eli altında, Ermeni soykırımına katılmaktan sanık bir miktar tutuklu Türk var. Kurbanların kaybolması, dağılması ve başka nedenler yüzünden, suç delillerini ortaya çıkarmakta büyük güçlüklerle karşılaşılıyor. Amerikan hükümetinin elinde, kovuşturmaya yarayacak deliller bulunup bulunmadığının öğrenilmesini rica ederim.” (15)
Büyükelçi cevabını 2 Haziran 1921 günü gönderdi:
“Amerikan Dışişleri Bakanlığında birçok soruşturma yaptım. Bana bugün bildirildiğine göre, Amerikalıların elinde, Ermeni sürgünü ve kırımı ile ilgili birçok belge vardır, ancak bu belgeler, olaylara karışmış kişilerle olmaktan ziyade, suçların işlenişiyle ilgilidir. İngiliz Hükümeti arzu ederse, kaynağı açıklanmamak kaydı ile, bu belgeler Büyükelçiliğimiz emrine verilecektir. Anlatılanlara bakarak, bu belgelerin, Malta’da tutuklu Türklerin kovuşturmasında delil olarak işe yarayabileceklerinden kuşkuluyum. (16)
Bu gelişme üzerine Lord Curzon 16 Haziran 1921 günü, Washington Büyükelçisi’ne ikinci talimatını verdi. “Ermenilere ve öteki yerli Hıristiyanlara zulüm yapmaktan sanık olarak yargılanacak Malta Sürgünlerinin” listesini gönderdi. Listedeki sürgünler hakkında kısaca bilgi ekledi. “Bu kimselerden herhangi biri aleyhinde acilen Amerikan Hükümeti’nden delil sağlayabilirseniz memnun olurum.” diyordu. İki hafta sonra Büyükelçi Geddes şu cevabı gönderdi.
“Ermeni kırımından ötürü yargılanmak üzere Malta’da tutuklu Türklerle ilgili olarak, çalışma arkadaşlarımdan biri dün, 12 Temmuz günü, Amerikan Dışişleri Bakanlığına gitti. Son savaşta Ermenistan’da yapılan zulümlerle ilgili Amerikan konsolosları raporlarını gözden geçirmesine izin verildi. Bu raporlar, Majesteleri Hükümetinin amacına en çok yarayacak diye Amerikan Dışişlerince seçilmişti.
Üzülerek arz edeyim ki, bu belgelerin içinde yargılanmak üzere Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhinde delil olarak kullanılabilecek hiç bir şey yoktur. Gözden geçirilen raporlarda, söz konusu Türk görevlilerinden yalnız iki kişinin –Sabit Bey ile Süleyman Faik Paşa’nın – adları anılmaktaysa da, bunlar hakkında yazılanlarda raporları kaleme alanların kişisel düşüncelerini aşmıyor ve suç delili olabilecek hiç bir somut fiil gösterilemiyor.
Şunu söylemekle onur duyarım ki, Amerikan Dışişleri yetkilileri konuşma sırasında verecekleri bilgilerin hiç birinin bir hukuk mahkemesi önünde kullanılmaması arzusunda bulunmuşlardır.
Bu bakımdan ve Amerikan Dışişlerinin elindeki belgelerde hiçbir şekilde Türkler aleyhinde delil bulunamadığından… Korkarım ki, bu konuda yeniden Amerikan Hükümetine başvurulmasından herhangi bir şey elde etme umudu yoktur.” (17)
Konu artık kapanmıştır. Böylece Türklerin –Ermenilere soykırım uyguladığı yaygarası havada kalmış ve bu yazışmalar zulümle, itham edilen masum bir Ulus’u ve onun temsilcilerini aklamıştır. Gerçek açığa çıkmış, böyle bir bilinçli soykırım asla vuku bulmamıştır. Bu gelişmelerden sonra Malta’daki sürgünler birkaç ay içinde peyderpey serbest bırakıldılar.
DİPNOTLAR:

(1) Ergünöz Akçora:Van ve Çevresinde Ermeni İsyanları s.143 ( İstanbul- 1994 ); ATBD , Sayı 81, Belge 185.
(2) Johannes Lepsius, Deutschland and Armenian, 1914-1918 (Pots dan – 1919) s.XXVII.
(3) Wangenheim ‘den Bethmann Hollweg’e 7 Temmuz 1915, No-433. 26. Haziran 1915’te Wangenheim Kilikya’daki Katolik Ermeni Patriği ile görüşürken Bab-ı Âli’ye bir başvuruda bulunacağı vadinde bulundu. (Ulrich Trumpener: Osmanlı İmparatorluğunun Sonu ve Büyük Güçler, s.213, Tarih Vakfı İstanbul- 1999)
(4) U.Trumpener, a.g.e., s.207.
(5) Aynı Eser, s.209.
(6) Frank G. Weber : Eagles on The Crescent, s.152 ( Cornel University Press, London- USA- 1970
(7) U. Trumpener, a.g.e, s.208.
(8) Aynı Eser, s.215.
(9) Aynı Eser, s.216.
(10) Salahi Sonyel, The Great War and The Tragedy of Anatolia, p.155 (Türk Tarih Kurumu – Ankara -2000)
(11) Altan Deliorman, Türklere Karşı Ermeni Komiteleri, S.237 (3.Baskı, İstanbul –1980)
(12) Necdet Bilgi : Ermeni Tehciri ve Boğazlayan Kaymakamı Kemal Beyin Yargılanması, s.87 ( Ankara- 1999 )
(13) Cemal Kutay :Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, S.280 ( İstanbul-1980; Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, S.303 (Samih Nafiz Tansu, İstanbul-1969); Ali Fuat Türkgeldi: Görüp İşittiklerim, S.202-207 (TTK Ankara –1987); Hüseyin Cahit Yalçın; Siyasal Hatıralar, s.348 – 349 (T.İş Bankası İstanbul –2000); İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap s.29-34 (Remzi Kitabevi, İstanbul 1981); Süreyya Ağaoğlu, Bir Ömür Böyle Geçti, S.15 ( Ağaoğlu Yayınevi- 1984 )
(14) Bilâl N. Şimşir, Malta Sürgünleri, S.273-274 (Milliyet Yayınları –1976): Rumbold’tan Curzon’a Yazı, İstanbul 16.3.1921, No.277/1983/24.
(15) Aynı Eser, S.276-277; Curzon’dan Geddes’e Şifre Tel. Londra, 3/3.1921, No.176.
(16) Aynı Eser, S.278; Geddes’ten Curzon’a Şifre Tel. Washington, 2-6-1921, No.374.
(17) Aynı Eser, S.279-280; Geddes’ten Curzon’a Washington, 13.7.1921, No.722.
Dr. M. Galip Baysan

ENVER PAŞANIN SON MEKTUBU!!

Ruhum, sevgili Naciyeciğim;

Şimdi, Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığım uzun bir mektubu bitirdim. Bunda baştan aşağı ne yaptığımı ve ne düşündüğümü ve kendisine rakip olacak kadar küçülmediğimi, sonra da muvaffak olmasından memnun olduğumu vs. yazdım. ...vákıa bunlar tesir etmez, fakat ben bir kere yazmayı borç bildim. Doktor Nazım da bu fikirde idi.

...Bu sabah namazdan sonra yine yazmaya oturdumdu. Önce biraz gazete okudum. ...Gazetelerde yeni nakarat var. Mustafa Kemal, Enverciler aleyhinde dehşetli yürüyormuş. ...Ne ise, tabii bunlar olacak. ...Başka şey beklenmez. Fakat Allah’ın işine de akıl ermez. O, demek benden daha ziyade ...daha ...iyi. Ne ise, nazar deymesin, çünkü ona olacak fenalık memlekete hazer getirmesin (zarar vermesin) diye korkuyorum.

Şimdi yalnız, odamda Anadolu haritası önümde düşünüyordum. Kimbilir, şu anda 7 Temmuz’da başlamış olan Yunan taarruzunun (Sakarya Savaşı öncesindeki Yunan ilerlemesi) kat’i safhaları cereyan ediyor. Ben ise böyle Moskova’da memlekete yardım edememek mecburiyetiyle oturuyorum. İki gündür hareket edip gitmek zihnimden geçiyor fakat gidinceye kadar belki olacak, bitecek. ...Mustafa Kemal’in ...başka bir şeye sebep olacak diye tereddüt ediyorum. Ne ise, bakalım inşaallah muvaffak olurlar da, biçáre Anadolu biraz rahat yüzü görür. Fakat ...yolda sulhden sonra da zannımca memlekette gürültüler eksik olmayacak.

...Doğrusu seninle şu bir saatlik konuşmak bana elemlerimi değilse de, iş düşüncelerimi unutturuyor. Ya bu da olmasa? Çıldırmak işten değil. ...Şimdilik her tarafından öper, yavrularımla beraber Allah’a emanet ederim. Enver’in’
ürk- Ülküsünün Kahraman Şehidi Enver Paşa.
22-28 Aralık günlerini (bir rivayete göre de 22 Aralık-5 Ocak günlerini) kapsayan hafta, Sarıkamış Şehitlerini Anma Haftası"dır.
Bizim tabirimizle "Enver Paşa"ya Sövgü Haftası!".
Evet, yanlış duymadınız; "Enver Paşa"ya Sövgü Haftası" diyorum.
Çünkü Sarıkamış Şehitlerini Anma faaliyetleri, umumiyetle ve ne yazık ki; ülkemizde Enver Paşa"ya hakaret ve sövgü faaliyetleri şeklinde icra edilmektedir.
Âzâmi, 25-30 bin şehidin verildiği Sarıkamış Harekâtı"nda, ısrarla 90.000 şehit verildiği ileri sürülerek bu hezimetin faturası Enver Paşa"ya çıkarılmakta, sonra da Enver Paşa"ya gün görmedik küfürler ve hakaretler sıralanmaktadır.
Son birkaç yıldır tonu ve çeşitliliği azalmakla birlikte bu küfür veya hakaretler hâlâ sürmektedir.
Dolayısıyla bu yazımızı, özellikle Türkistan"daki Türkler arasında "Şehid-i Muhterem ve Gazî-i Nâmdar" veya "Dâmâd-ı Halife-i Müslimîn ve Emîr-i Leşker-i Müslimîn Seyyid Enver" unvanlarıyla da anılan Enver Paşa"ya ayırdık.
4 Ağustos 1922 tarihinde bir Kurban Bayramı günü bugünkü Tacikistan"da Duşanbe yakınlarındaki Çeken Köyü"nde KGB"nin çekirdeğini teşkil eden ÇEKA birliklerince şehid edilen Enver Paşa hakkında yazacaklarımız, belki uzun Kurban Bayramı tatili boyunca okunma fırsatı bulur ve Enver Paşa"ya sövme potansiyeli olanların kulaklarına gider de biraz olsun utanırlar...
***
Benim gibi sözüm ona okur-yazar bir adamın, Lev Tolstoy"un "Savaş ve Barış" isimli eserini okumaması belki biraz ayıp kaçar ama itiraf etmem gerekirse bu romanı baştan sona okumuşluğum yoktur. Savaş ve Barış hakkındaki bilgilerim, çıkarılmış özetlerinden ve hakkında yazılanlardan ibarettir.
Bildiğim kadarıyla; roman Napolyon dönemi Fransası ile Çarlık Rusyası arasında cereyan eden savaşları ve o dönemin Rusyasında özelikle saray hayatını ve saray insanının hayatındaki değişiklikleri konu almaktadır. Birçok yazar, Savaş ve Barış adlı eseri "Dünyanın en büyük romanı" olarak nitelendirmiştir. Kim bilir belki de öyledir!
Tolstoy"un "Savaş ve Barış"ını okuyan birisine romandan ne anladığını sormuşlar, adam şu cevabı vermiş; "Olay Moskova"da geçiyor". Bana sorsalardı herhalde ben de aynı cevabı verirdim; "Olay Moskova"da geçmiş". Zira bir zamanlar TRT"de yayınlanan ve adı geçen romandan uyarlanmış yabancı televizyon dizisini hiç sevmemiştim ben...
***
Şu anda masamda Nevzat Kösoğlu tarafından yazılmış "Şehit Enver Paşa" isimli kitap duruyor. Tamamı 640 sayfa olan kitabın toplam 44 sayfası "İçindekiler" ve "İndeks"e ayrılmış. Kalan 596 sayfası Enver Paşa"yı anlatıyor. Yani Sayın Nevzat Kösoğlu, 640 sayfalık büyük boy kitabında tam 596 sayfada Enver Paşa"yı anlatmış bulunuyor. Bu kitabı 5-10 günde okuyup bitirmiş durumdayım. Peki, 596 sayfalık büyük boy bir kitapta Enver Paşa hakkında yazılanlardan ne anladınız diye soracak olursanız, size tıpkı Lev Tolstoy"un "Savaş ve Barış"ını okuyan adamın "Olay Moskova"da geçiyor" şeklindeki cevabına benzer bir cevap verebilirim. Kısa ve özlü bir cevap. Bu cevap; "Enver Paşa gerçek bir kahramanmış!" cevabıdır...
...
Nevzat Kösoğlu"nun kitabının pek çok sayfasını gözlerim yaşararak, daha doğrusu ağlayarak okudum! Daha önce de okumuştum benzer birkaç kitabı. Ancak Kösoğlu"nun kitabı çok daha geniş ve daha çok belgeye dayanıyor. Ayrıca Kösoğlu, bir bilim adamı ve tarihçi olmadığı için, yazmış olduğu kitap bir roman havasında okunuyor. Kaynakların satır aralarında ve paragraf sonlarında belirtilmiş olması ve istifade edilen kaynakların sayfa altlarında Dipnot ve kitabın sonunda Kaynakça olarak yazılmaması, esere roman havası vermiş. Gayet akıcı bir eser çıkmış ortaya. Kutluyorum Nevzat Bey"i.
Kitaptan çıkarılacak sonuç kısaca "Enver Paşa gerçek bir kahramanmış!" sonucu ise de, bu kahramanın diğer kahramanlardan farklı yönleri de var. Enver Paşa, "Kahraman" sınıfında sayılan insanların ortak yönleri olan, cesaret, korkusuzluk, ataklık, kararlılık, azim, sebat, yurt sevgisi gibi özelliklere sahip olmanın yanında yüksek seviyeli bir komutan olması sebebiyle sevk ve idare kabiliyeti, astlarına karşı hoşgörü, yüksek ideal sahibi (ülkücü) olma ve milletini sevme (milliyetçilik) gibi hasletleri de olan bir kahramandır. Üstelik onda diğer kahramanlarda olmayan bir özellikle daha vardır. Dindarlık! Evet, Enver Paşa, son derece dindar bir Müslüman"dır. Hayatının hiçbir devresinde içki içmeyen, harama uçkur çözmeyen, beş vakit namazını kılıp orucu tutan, hayatı boyunca koynunda Kur"an-ı Kerim taşıyan ve onu sürekli okuyan bir kahramandır. Bütün bunları, en zor şartlar altında bile yapan bir insandır Enver Paşa.
Enver Paşa"da eksik olan şey, galiba sürekli erken terfi almasından kaynaklanan bilgi ve tecrübe eksikliği ile siyasi ayak oyunlarını bilmemesidir. Bu sebeple Enver Paşa, dünyada olan biteni yeterince değerlendirememiş ve istikbali iyi hesap edememiştir. Enver Paşa"yı başlı başına kahraman yapan da zaten bu yönüdür. İstikbal kaygısı taşımaması ve geleceği düşünmemesi. Geleceği düşünerek sürekli hesap kitap yapsaydı zaten kahraman değil, politikacı olurdu! O, bütün askerlik hayatı boyunca politikadan uzak durmuş ve sadece askerlik yapmıştır. Politikaya bulaşmış subayları ise derhal emekliye sevk etmiştir. Nevzat Kösoğlu"nun kitabından öğreniyoruz ki; Balkan Savaşı yorgunu ve politika çamuruna bulaşmış ihtiyar paşaları sırf bu yüzden tasfiye ettiği gibi, Ali Fethi Okyar gibi politikaya bulaşmış bazı genç subayları da askerlikten uzaklaştırmış, hatta Mustafa Kemal"i de bu konuda ciddi şekilde uyarmıştır. Divan-ı Harpte yargılanarak askerlikten tard cezası alan Kâzım Karabekir"in cezasını yırtıp atmış ve onu askerliğe kazandırmıştır. O Kâzım Karabekir ki; Enver Paşa yurtdışına çıkmak zorunda kaldıktan sonra, hakkında yapılan karalayıcı ve küçük düşürücü propagandanın baş mimarlığını yapmıştır. Bir anlamda Mustafa Kemal Paşa"ya yaranma adına Enver Paşa"ya ihanet eden Kâzım Karabekir, daha sonraki yıllarda Mustafa Kemal Paşa"yla da ters düşmüş, hatta Mustafa Kemal Paşa"ya suikast (İzmir Suikastı) girişiminde bulunmakla suçlanarak, bir köşeye atılıvermiştir. Bu yüzden olacak Kâzım Karabekir, genelde köşesine çekilip kitap yazmakla yetinen bir insan olarak tanınmaktadır. İsmet Paşa tarafından siyasete davet edilip TBMM Başkanı yapılmış olsa da, Kâzım Karabekir"in Cumhuriyet"in hayata geçirilmesinde fazla bir fonksiyonu bulunmamaktadır.
***
Birkaç gün önce medyaya düşen bir habere göre; Enver Paşa, Berlin"de İngiliz istihbarat elemanlarıyla birkaç kez görüşmüş ve bu görüşmelerde; İngiliz subayın "Anadolu"da Kurtuluş Savaşı"nı yürüten Mustafa Kemal sizi ciddiye alacak mı?" sorusuna şu yanıtı vermiş; "Mustafa"yla aramız iyi. Mustafa, imkânlar dâhilinde İngiltere ile anlaşabileceğini ve gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor. Eğer bir anlaşma olacaksa İngiltere"nin Mustafa Kemal"i bir lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur..."(1). Haberin kaynağı ise Balıkesir Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Bülent Özdemir"in İngiliz arşivlerinde yapmış olduğu bir araştırmaya dayanıyor.
Bilkent Ünv. Doç. Hakan Kırımlı "Kesinlikle böyle bir görüşme olmuştur. Enver Paşa"nın o dönemdeki yazışmaları bağlamında bakılınca bu görüşme gerçektir" derken Tarihçi-Yazar Mustafa Armağan "Almanlar"la görüşmelerini biliyoruz. Ruslar"la görüşmeleri yayımlandı. Atatürk"le ilgili sözlerini açıkçası hiç duymamıştım" diyerek güya Bülent Özdemir"e destek vermişler(2).
Evet, Enver Paşa"nın Almanlar ve Ruslar"la sürekli irtibat halinde olduğu, Anadolu"da yürütülen Milli Mücadele"ye destek verdiği ve hatta Mustafa Kemal Paşa ile de sürekli yazıştığı doğrudur. Bu konu, bütün kaynaklarda yazılıdır. Bu desteği sadece o değil, Talat, Cemal ve Halil Paşalar da vermiştir. Bu noktadan bakılınca; geçmişteki pozisyonu itibarıyla Enver Paşa"nın İngilizlerle de görüşmüş olabileceği düşünülebilir. İngiltere"nin Türkiye"nin bağımsızlığını tanıması karşılığında, yeni devletin yönetimi üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmeyi taahhüt ettiği de doğru olabilir. Çünkü o bir milliyetçi vatanseverdir, ülkü adamıdır. Onun için en önemli şey, tıpkı diğer komutanlarda olduğu gibi Anadolu"nun bir an önce işgalden kurtulmasıdır. Bolşevik Rusya"nın Milli Mücadele"ye destek amacıyla göndermiş olduğu nakdi yardımlar, aslında Enver Paşa"nın Türkistan"a geçmesinden sonradır ve bu paralar, Enver Paşa ve çevresindeki Osmanlı subaylarının girişimleriyle Türkistanlı Müslüman Türklerden toplanmıştır. Bolşevikler, bu yardımları hiçbir zaman tam olarak Anadolu"ya göndermemişler ve büyük bölümüne el koymuşlardır.
Ancak inanmakta zorlandığım bir husus var; neden "Kemal" veya "Mustafa Kemal" değil de sadece "Mustafa". Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa"ya gerçekten de sadece ön ismi olan "Mustafa" ile mi hitap ediyordu? Yoksa bu Mustafa saplantısı, son günlerde oynanan oyunun bir parçası mıdır? "Mustafa" filminden sonra şimdi de Enver Paşa"nın ağzından söyletilen "Mustafa". Bütün bunlar Atatürk"ü yıpratma çalışmalarının bir uzantısı mıdır yoksa? Dolayısıyla şahsen Enver Paşa"ya söyletilen "Mustafa"yla aramız iyi... Gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor... İngiltere"nin Mustafa Kemal"i bir lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur..." şeklindeki ifadelerin doğru olabileceğine hiç ihtimal vermiyorum. Zira bu sözler, her şeyini geride bırakıp gitmiş bir insanın, şu veya bu şekilde Milli Mücadele"nin lideri olduğu milletçe kabul edilip kesinleşmiş bir insan hakkında söyleyeceği sözler asla değildir.
Hele hele bu sözler, Enver Paşa gibi son derece kibar, zarif, öfkesine hâkim olmayı bilen ve devlet umuru görmüş bir Osmanlı subayına hiç mi hiç yakışmayan sözlerdir. Eğer, gerçekten İngiliz arşiv belgelerinde bu sözler kayıtlı ise, bu sözler Enver Paşa"ya ait sözler olmayıp, mutlaka İngiliz istihbarat elemanlarına ait sözlerdir ve Enver Paşa"ya ait sözlermiş gibi kayıtlara geçirilmiş olmalıdır.

Türkistanlı faal komünistlerden Alimcan Akçurin"in "Sizler Türksünüz ve ülkeniz düşman işgali altındadır. Askerî gücünüzü oraya yoğunlaştırırsanız sizin için daya iyi olur" şeklindeki sözlerine "Türkiye"yi kurtarabilecek niteliklere sahip çok arkadaşım var; bundan hiç şüpheniz olmasın. Orada arkadaşlarımız bütün imkânlarını seferber ederek mücadele ediyorlar. Bu ülke de benim anavatanımın bir parçasıdır. Buradaki hemşehrilerimin damarlarında akan kan ile benim kanım aynıdır. Bu ülke Rusların değil sadece Türklerindir. İnsanlar nasıl buradan Türkiye"yi kurtarmak için gitmişlerse, ben de burada düşmanlara karşı mücadele etmek için bulunuyorum. Türkler her nerede olurlarsa olsunlar bağımsız olmalıdırlar" diyen bir insanın Mustafa Kemal Paşa"yı hafife alması beklenmemelidir.
Enver Paşa ile İngilizlerin görüşmelerinin tarihi, 6 Ocak, 16 Ocak ve 24 Şubat 1920 olarak verilmiştir. Oysa o tarihlerde Mustafa Kemal Paşa Ankara"dadır. Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılmış ve TBMM"nin açılış çalışmaları son sürat devam etmektedir. Dolayısıyla, Mustafa Kemal Paşa o tarihlerde milletin kendisine ümit bağladığı yegâne kişi durumuna gelmiştir ve milletin desteğini arkasına almış durumdadır. Enver Paşa, İngilizlerle görüşme yaptığı tarihlerde bu gerçeği herhalde biliyordu. Yani Enver Paşa"nın, İngilizlerle yaptığı görüşmelerde içinde bulunduğu durum ve zaman, Mustafa Kemal Paşa"ya tepeden bakmasını gerektiren bir durum ve zaman asla değildir. Üstelik Enver Paşa"nın hayalinde, öncelikle Hindistan, Türkistan ve Irak"taki İngiliz işgaline son vermek vardır ve Enver Paşa bu düşünce ile yurtdışına çıkmıştır. Mücadele yönünü Bolşeviklerle karşı döndürmesi daha sonradır. Dolayısıyla Çanakkale"den beri düşman olarak gördüğü İngilizlere karşı, Mustafa Kemal Paşa hakkında böyle umursamaz bir tavır takınması mümkün değildir. İlk başta Enver Paşa"nın yukarıda saydığımız özellikleri, Mustafa Kemal Paşa"ya tepeden bakmasına engel teşkil eder. Ancak, Anadolu hareketinin geleceği hakkında İngilizlerle elbette görüşmüş olabilir...
***
Enver Paşa hakkında dedik ki; o, gerçekten bir kahramandır. Ve Enver Paşa gibi kahramanlara Türk tarihinde ender rastlanır. Onun tek şanssızlığı yanlış zamanda dünyaya gelmiş olmasıdır. Eğer, mesela Osmanlı"nın yükselme devrinde veya Alpaslan ve Melikşah döneminin Selçuklusunda yaşasaydı kesinlikle dünya tarihinin yönü değişirdi. Ya da ne bileyim, Birinci Viyana Kuşatması sırasında Kanuni Sultan Süleyman"ın yanında bulunsaydı Viyana mutlak düşerdi! Ancak ne yazık ki; o, tıpkı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi yanlış zamanda dünyaya gelmiş yüksek ruhlu bir askerdir. Milli Mücadele"nin ateşleyici ruhunu teşkil eden ve Türk Ordularının kazanmış olduğu son büyük zafer olan Çanakkale Zaferi, büyük ölçüde Enver Paşa"nın eseridir. Enver Paşa"nın Çanakkale Zaferi yerine Sarıkamış hezimeti ile anılıyor olması, büyük ölçüde hakkında girişilen yıkıcı propagandanın bir sonucudur. Zira her iki olayda da Türk Ordularının başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa"dır(4). O, hem Çanakkale Zaferi"nin mimarıdır, hem de ısrarla unutturulmaya çalışılan Kut"ul Ammâre Zaferi"nin
...
Dedik ki; Enver Paşa şüphesiz bir kahramandır. Ancak onu diğer kahramanlardan ayıran önemli bir fark daha vardır. O da Enver Paşa"nın son derece dindar ve mütedeyyin bir Müslüman oluşudur. İsterseniz bu konuyu Nevzat Kösoğlu"nun kitabından birkaç alıntı yaparak bağlayalım. Dönemin Suriyeli gazetecisi Kürt Muhammed Ali, Enver Paşa"nın Halep"e gelişini şöyle anlatıyor:
"İslam âleminin büyük lideri Enver Paşa"yı taşıyan tren güneşin batışıyla birlikte Halep şehrine ulaştığında, onun gelişi memlekette çoktan genel bir bayram havası oluşturmuş bulunuyordu. Müslümanların, nasıl ki bayram yapabilmek için hilali görmeleri gerekiyorsa, aynı şekilde, bu bayramı da kutlamak için hilalleri Enver Paşa"yı görmeleri gerekiyordu..."
Özbek Yazar Nabican Bakıyev şöyle diyor; "... Ata son derece ustalıkla biner, beş vakit namazını ihmal etmediği gibi, teravih namazlarını da yerli halkla birlikte kılardı. Yerli halka iyi görünmek için kısa sakal da bırakmıştı"
Abdullah Recep Baysun şöyle yazar: "Paşa"nın karargâhına yaklaşıyoruz; sevinç ve heyecan birbirine karıştı. Atlarımızın üzerinde uçuyoruz... Takdim töreni ifadelendiremeyeceğim kadar heyecanlı oldu. Senelerden beni ismini işittiğimiz Enver Paşa"nın yanındayız. Gözlerimiz gözlerinde. Dalgalanan ay yıldızlı bayrakların altında güneş gibi parlıyor. Milyonlarca insanın ümidi, bu güneşin nuruyla var olacak... Başında Türkistan"ın meşhur karakul derisinden kahverengi kalpağı, hâki renkteki elbisesi, açık renk çizmesi içinde o kadar dinç ve sevimli idi ki... Paşa"nın mütevazı konuşmaları arasında büyük bir kahramanlık seziliyordu. Mektuplarından da anlaşılan cesaret, kahramanlık niteliklerini tahayyülümüzden çok yüksek buluyorduk... Paşa yalnız cesaret ve karamanlığıyla değil, özel yaşayışıyla da herkesin hayranlığını kazanıyordu. Gece çok geç yattığı halde güneş doğmadan kalkar, namazını kılar, senelerden beri yanında taşıdığı Kur"ân"ını sessiz ve uzun uzun okurdu..."(.
Bir gün, Baysun vilayetinden kendisine katılan üç gençten biri elinde tuttuğu gazetedeki bir yazıyı gösterir: "Bütün dünya işçileri birleşiniz!" Paşa birden sinirlenir; ama hemen gülümsemeye başlar ve şunları söyler: "Hayır oğlum; bu bir hayaldir. Sen kafanda daima, bütün dünya Türklerinin birleşmesini yaşat!"
Bolşevikler girdikleri yerlerde katliamlar yaparlar. Bu durum Paşa"yı çok etkiler. Karargâhının yakınındaki Teberbulak köyündeki katliamı görünce, "Bir millet ancak bu kadar alçak, bir rejim ancak bu kadar kâfir ve şerefsiz olabilir." demekten kendini alamaz(
Enver Paşa (Duşanbe) hükümet konağının balkonunda konuşurken, konağın bayrak direğinde Türk Bayrağı dalgalanmaktadır. Paşa bu bayrağı yanından hiç ayırmazdı. Birkaç defa, "ben şehit olursam, bu bayrağa sararak gömünüz" demişti
Şehâdeti üzerine Abdullah Baysun diyor ki; "Ümit güneşimiz sönmüş, karanlıklar içinde kalmıştık. Yer gök ağlıyor... Kaybolan sade insan değil, milyonlarca Türk"ün ümidi, istiklâli, zaferi, tarihi idi... Onu gözyaşlarıyla yıkadık; üzerine bayrak örterek, çevresine nöbetçiler diktik"
Mücahitlerden Mustafa Şahkulu şöyle anlatır: "Kurban bayramının ikinci günü idi. 5 Ağustos 1922 cumartesi günü... Paşa"nın şehadetine inanmayanlar geliyorlar, naşın üstüne örttüğümüz ve onun hayatında bir an yanından ayırmadığı Türk bayrağını kaldırıyorlar, müsterih ve mütebessim ebedî uykusuna dalmış bu aziz ölünün elini, ayağını öpüyorlar, "Muy mübarek, muy mübarek!" feryatlarıyla afakı inletiyorlardı. Birçok ihtiyarlar yalvararak Paşa"nın sakalından bir kıl istiyorlar; onu en değerli çevrelerine sararak kalplerinin üstüne koyuyorlardı. Hülasa bir kıyamet koptu ki, tasviri mümkün değildir..."
Mustafa Şahkulu"nun kaldığı yerden Zeki Velidi Togan devam ediyor; "Asgari otuz bin kişi toplanmıştı; Belcivan boşalmış gibiydi, herkes Çeğen"e gelmişti. Ahali ağlıyor, hafızların tekbir sesleri, yüksek sesle Kur"an-ı Kerim tilaveti, halkın feryatlarına karışıyordu. Bu kadar ölü gördüm; hiç birisi Enver Paşa"nın ebedî uykusu gibi müsterih ve huzurlu değildi. Sanırdınız ki; neredeyse gözlerini açacak ve size gülümseyecek..."
Kuzey Kafkasya Eski Savunma Bakanı Ali Kantemir Enver Paşa hakkında şöyle der: "Türkiye"de onun hakkında ne düşünülürse düşünülsün, Enver Paşa her Türkistanlı tarafından saygıyla anılır. Türkistanlılar onu çok sevmiş ve saymışlardır: Enver Paşa yabancı bir ülkede değil, kendi anavatanında, kardeş vatanda Türkler ve Türklük için ölmüştür..."
Hafızam beni yanıltmıyorsa; Birinci Dünya Savaşı sırasında Şam"da konuşlu 4. Ordunun Komutanı Cemal Paşa"nın maiyetinde görev yapmış olan Emekli Org. Ali Fuat Erden, "Birinci Dünya Harbi"nde Suriye Hatıraları" isimli kitabında, Enver Paşa"nın Medine ziyareti sırasında, Medine Tren İstasyonu"ndan Hz. Muhammed"in (s.a.v) kabrine yaya olarak gittiğini, ve etrafında olan bitenlerden habersiz bir şekilde ve huşû içinde ellerini göğsünde birleştirip sürekli ağladığını nakleder.
Enver Paşa gibi, kendisini vatanına, milletine ve dinine adayarak bu uğurda şehid ve gazi olmuş merhumlara Allah"tan sonsuz rahmetler
Kutü"l Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşı"nda 29 Nisan 1916 günü Osmanlı Ordusu"nun zor şartlar ve imkânsızlıklar içerisinde, Çanakkale"den sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin, komutanları General Townshend da dâhil olmak üzere; bütün personeli ile birlikte esir alındığı kesin sonuçlu eşsiz bir zaferdir. Bu zaferi kazanan 6. Ordunun başındaki kumandan Enver Paşa"nın aynı zamanda yaşıtı da olan amcası Halil Paşa"dır. Ordunun kumandanı Halil Paşa"dır ama göndermiş olduğu telgraflarla onu yönlendiren ve talimat veren kişi, Harbiye Nazırı Enver Paşa"dır.
Bereket versin Genel Kurmay Başkanlığımızın resmi internet sitesinde söz konusu zaferle ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir:
"Bugün halkımız tarafından pek bilinmeyen, ancak tarihimizde kazanılmış önemli bir zaferin 91"inci yıl dönümüdür. Bu zafer, 29 Nisan 1916 tarihinde Irak Cephesinde kazanılan Kutü"l Ammare zaferidir. Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşı"nda çarpıştığı cephelerden biri, İngilizlere karşı oluşturulan Irak cephesidir. Osmanlı dönemi kaynaklarında Irak-ı Arap olarak adlandırılan bölge, Dicle, Fırat havzasında tarihteki Mezopotamya"yı (Verimli Hilal) içine alır ve Basra Körfezi"ne kadar uzanır. Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan İngilizler, 6 Kasım 1914 tarihinde Basra Körfezinden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkararak saldırıya geçmişler, ilerleyen aylarda bu saldırılarını kuzeye doğru genişletmişlerdir. İngilizler, 3 Haziran 1915 tarihinde Kutü"l Ammare"yi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nasıriye"yi işgal etmişlerdir. 23 Kasım 1915"de ileri harekata geçen Türk birlikleri, General Townshend komutasındaki İngiliz ordusunu geri püskürterek Kut-ül Ammare"de çember içerisine almayı başarmışlardır. Kutü"l Ammare"yi bir kale gibi savunan General Townshend, 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıştır. Türkler, Kutü"l Ammare"de İngilizlerden başta Tümen Komutanı General Townshend olmak üzere toplam 13 general, 481 subay ve 13.300 askeri esir almışlardır.
Kutü"l Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşı"nda Osmanlı Ordusu"nun zor şartlar ve imkânsızlıklar içerisinde, Çanakkale"den sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin bütün personeli ile birlikte esir alındığı eşsiz bir zaferdir. Halil Paşa, Kutü"l Ammare zaferinden sonra 6"ncı Ordu"ya yayınladığı mesajında şöyle demiştir:
"Arslanlar!-
Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut"u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10.000 erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut"ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki farka bakılınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale"de, ikinci zaferi burada görüyoruz."
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart tarafından Kutü"l Ammare Zaferi, "İngiliz prestijinin Birinci Dünya Savaşı"nda yediği en büyük darbe" olarak yorumlanmaktadır. Halil Paşa, Kutü"l Ammare"nin teslim alındığı gün orduya bir tebrik mesajı yayımlamış ve bu günün "Kut Bayramı" olarak kutlanmasını istemiştir. Söz konusu zafer diğer zaferlerimiz gibi Türk Silahlı Kuvvetleri"nde düzenlenen etkinliklerle anılmaktadır."(bkz. http://www.tsk.mil.tr/10_ARSIV/10_4_Diger_Haberler/2007/Kutul_Amare.htm).
ENVER PAŞA'DAN MUSTAFA KEMAL'E MEKTUP

"Anadolu Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: 16 Temmuz 1921 Moskova"

Muhterem Paşam!
Yusuf Kemal ve Rıza Nur Beyler Moskova'da iken, Berlin'den avdetimde gerek bunlara ve gerekse Ali Fuat Paşa biraderimize hariçteki mesaimizi ve size yazdığım mektupta ve gönderdiğim nizamnamede ve programla da izah ettiğim veçhile hariçteki tarzı mesainin memlekette bir fırkaya istinat etmesi lüzumunu bildirmiştim.

Bu sırada ise gerek Rus doktorları ve gerekse bizim doktorların muayenesi neticesinde veremin başlamış olduğu, Halil Paşa'nın memlekete gitmesi ve havası mutedil bir yerde oturması cümlece muvafık görülmüş, bu sebeple hareket etmişti. Kendisinin hareketinden sonra gelen mektupla ailesinin Taşkent'e gitmek üzere Trabzon'a geldiği, mamafih kendisi oraya çağırıldığı, Fuat Paşa bir akşam Afgan Sefaretinde Halil Paşa'nın Anadolu'dan gelecek iznini beklemesini söylemiş olduğunu anlatması üzerine, anlayamadığım tuhaf bir vaziyet karşısında bulunduğumu hissettim.

Halbuki size yazdığım telgrafa rağmen Avrupa'da İttihat ve Terakki manevrası başladı diye üzerimize yükleniyorlar. Biz buradan ve sonra da siz Bolşeviklerle münasebette bulundunuz diye, memleketten çıkmasında ısrar edilmiş...O da ailesi geldikten sonra yola çıkmıştır. Sonra bunu müteakip Küçük Talat Beyin tevkif ettirilerek çıkarılmış olduğunu buraya gelince anladım. Biraderim Nuri Bey'in de Erzurum'da kalebent edildiğini öğrendim. Her şeyi size açık bildirdiğim halde akraba ve arkadaşlarımın bu muameleye maruz olmalarını doğru bulmuyorum. Binaenaleyh size bir kere daha vaziyeti ber vechi ati izah etmeyi muvafık buldum.

1- Memleketten çıkınca, ben Kafkasya'da kalmalarını İzzet Paşa Kabinesi vasıtasıyla temin etmiş olduğum kuvvetler yanına gitmek ve diğer arkadaşları hariçte bularak siyaseten çalışmak ve dahildeki arkadaşlar üzerine düşmanlarımızın hücumunu kısmen tahfif etmek için meclisi umumi kararıyla çıktıklarını biliyorsunuz.
2- Ben Kırım'da kalıp Kafkasya'ya geçmeye uğraştım. Birçok tehlikelere rağmen muvaffak olamadım. Sonra Berlin'de bulunan arkadaşlar ile görüşmek üzere Talat paşa merhumun arzusu üzerine oraya gittim. Müzakereler neticesi o anda Anadolu'ya imdadın ancak Rusya'dan geleceğini anlayarak Bahattin Şakir bey ile Rusya'ya hareket etmiştim. Halbuki bir sene zarfında iki defa tutulup beş ay hapsedilmiş ve altı defa tayyareden düşmek suretiyle nihayet Moskova'ya geldim.
Halbuki son mahpusiyetim zamanında kararlaştırdığımız veçhile Moskova'ya başka tarikle gelen Cemal Paşa ve arkadaşları bu sırada Moskova'ya gelmiş olan Halil Paşa ile birlikte Anadolu'ya yapılacak yardımı temine çalışmışlardır. Verilen karar bir taraftan bunu temin ile beraber İngiltere'ye karşı hareket etmek üzere Halil'in İran'a ve Cemal Paşa'nın Afganistan'a geçmesi kararlaştırılmış ve bu suretle hareket olunmuştur.
Bu sırada Cemal paşa tarafından zatı alinize yazılan mektuba Mülazım İbrahim Efendi'nin vurudiyle gerek Halil'in ve gerekse Cemal Paşa'nın Anadolu hesabına bir şey yapmalarını emretmişsiniz. Bunun üzerine tabii onlar belki vakitsiz olmakla beraber bu arzunuza tevkifi hareketi muvafık görmüşler ve Anadolu'ya resmen merbut olmayarak yardım ve maksada hizmet etmişlerdir.

3 Ben geldiğim zaman Bekir Sami Bey rüfekasını buldum. İki aydan beri Moskova'da bulunuyorlardı. Ben arzunuzu haber alınca Çiçerin'in sualine karşı resmen bir vazifem olmadığını, yalnız her suretle Anadolu'ya yardım edilmesine taraftar olduğumu söyledim. Bekir Sami Bey'in arzusu üzerine yalnız bir kere Çiçerin'e Anadolu Hükümeti taraftarı olduğunu göstermek için beraberce gittim. Sonra da aynı arzu üzerine yalnız arkadaşların hususi müzakeresinde bulundum. Ruslar henüz müzakereye bile başlamamışlardı. Çünkü Yusuf Kemal Bey biraderimize, bunlar Anadolu'nun komünist olmasını isteyecekler dedim.
Ben hususi olarak Berlin'de hapishanede çalıştığımız Radek ve diğer rüesa ile işin bir an evvel halline çalıştım. Nihayet müzakere başladı. Yusuf Kemal Bey biraderimizin zannı gibi Bolşeviklik de teklif edilmedi.

Maddi yardıma gelince; Bunda ne verirlerse alınmasını prensibinin takip edilmesinin muvafık olacağı, böylece Anadolu'nun Rusya'dan bir şeyler geliyor diye, kuvveyi maneviyyesinin artacağı ve Avrupa'da, Anadolu Bolşeviklerle anlaştı diye bizi daha kuvvetli ve mehip göreceğini bildiğiniz ilk maddi anlaşmaya çalıştım. Fakat ben hiçbir vakit resmen Anadolu namına hareket etmedim. Sonra Bakü'ye geldiğimde değil, yalnız ve Türkiye'de ve bütün İslam memleketlerinde derhal aksi tesiri görüleceğine ve böylece İngilizlere yardım edileceğine kani olduğumdan Türkiye ve şarkın Bolşevizm taraftarı olmadığını alenen kongrede söylediğim gibi, Anadolu halkının menfaatine daha muvafık ve cidden ezilen halkı düşünür bir idare esasına müstenit bir program ile Talat Bey ve diğer bir iki arkadaşın Anadolu'ya geçmesine karar verdik.

Şimdi bugün bu açıklıklara rağmen, siz karşımızda bir hasmımız varmış gibi hareket ediyorsunuz. Evvelce de dediğim gibi ben ve arkadaşlarım yalnız öteden beri takip ettiğimiz siyaset, memleketin ve Türk Milletinin salahı emelini güdüyoruz. Bununla beraber memleketin halka müstenit ve cidden onun menfaati düşünülerek onlarla çalışmaya taraftarız.

Beni eğer zatı alinize rakip telakki ediyorsanız, yanılıyorsunuz, bu aklımdan geçmemiştir. Bizce memleketin kurtuluşu esastır. Değil bunu sizin gibi uzun seneler beraber çalıştığımız bir arkadaş, belki Ferit paşa gibi ihtiyar bir herif yapabilseydi ona bile hürmet eder ve muvaffakiyetine yardım ederdim. Cenabı Hakkın şimdiye kadar size yaver kıldığı talihinize biz de hürmet ederiz. İktidarınızı bundan evvel takdir ettiğimden Harbiye Nezaretini ve ondan evvelki hareketlerimle de belli olduğundan, buna dair fazlaca bir şey söyleyemem. Yalnız bir ricam var. Tekebbüre kapılmayınız!.. Sizi cidden seven bir arkadaş gibi rica ediyorum. Senin muvaffakiyetin Anadolu'nun muvaffakiyeti demektir. Fakat eğer siz şimdiden şiddetli davranırsanız, korkarım hayırlı neticeler vermez. Millet Sultan Hamit zamanındaki millet değildir. Artık tahakküme dayanamaz.

Bak! Seni bütün arkadaşlarım namına temin ederim ki, bizim hiçbir mevkide ve memuriyette gözümüz yoktur. Bana gelince, ben bir ideal takip edeceğim, o da İslam'ı ezen Avrupalılar ile pençeleşmek için bütün Müslüman ve Türkleri harekete geçirmektir. Başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslam alemi için faydamız ve belki de tehlike olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz... İşte bu kadar.

Şimdi, ben kemali hürmetle gözlerinden öper, Cenabı Hak'tan senin için yücelikler, İslam'a ve vatana nâfii büyük, büyük muvaffakiyetlere dilerim.

ENVER
ŞU DESTANI
Destana kahraman olarak adını veren Şu, sanıldığına göre M.Ö dördüncü yüzyılda yaşamıştır. Bir Türk Hakanıdır.

Destanda Makedonyalı İskender'in, İran üzerinden Asya'ya doğru yürürken yapılan savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk boylarının oluşumu, Türklerin şehir hayatı yaşamağa başlamaları, aynı zamanda milletini geçici bir işgalden mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan kurtarmak için düşünen bir Hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük özelliği, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana fiziği ve süslemeleri önceden işlemesidir.

Zeki Velidî Togan'a göre, destanda önemli bir yer tutan ve destanın geçiş dengesi olan İskender'in istilâsının aslında İskender'le ilgisi yoktur; daha önceki yüzyıllardan bir Aryanı istilâ ile ilgilidir.

Destanın kısa da olsa bir özeti Divan-ı Lügat-it Türk'de kayıtlıdır.

Destanın Özeti:

Şu Kalesi, Balasagun yakınlarında, genç bir Hakan olan Şu tarafından yapılmış bir kaleydi, fakat Hâkan'ın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da, o çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyle ki, her gün, Şu Hakanın sarayının önünde, ordu beğleri için 365 nöbet vurulurdu.

Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender ünlü Doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu yenmiş ülkesini ellerinden almıştı. İskender Semerkand'e kadar gelmiş burayı da geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.

İskender'in, Balasagun'a ve Şu Kalesine doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan Şu'nun gözcüleri gelip haber verdiler. Dediler ki:

"İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Savaşalım mı ?"

Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend Irmağının kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri haberden, Hakanlarının telâş edip yerinden kımıldamadığını gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı.

Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için Hakan da gümüş havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldur-tur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı, eğlenirdi.

Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek Hâkan'ı dinlendirir, dinlenir iken seferle, milletinin geleceği ile ilgili taşanları hazırlardı.

Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları seyredip dinleniyordu.

Habercilerin:

- Nasıl buyurursunuz? İskenderle savaşalım mı ?.. diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu, havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:

- Görüyor musunuz, Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar? dedi.

Haberciler, Hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar; Ona kuşku ile baktılar. "Herhalde Hakanımızın hiç bîr hazırlığı yok ne yapacağını bilemiyor." diye düşündüler.

Ama o sırada, İskender, Hucend Irmağını geçmişti.

Vakit gece yansına geliyordu. Hucend Irmağının kıyılarında gözcülük yapıp devriye gezen Genç Hakanın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu kalesine geldiler ve gece vakti, İskender'in Hucend suyunu geçip Balasagun yolunda ilerlemekte olduğunu Şuya haber verdiler.

Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu, yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti. Davulun çalınmasıyla birlikte, Doğuya doğru hızla yola çıktı.

Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan böyle gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp, buldukları ata atlayan millet Hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken, şehirde hemen hemen biç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.

Bütün milletin, Hakan Şunun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi, ne yapacağını bilemeden Şu Kalesinde kalmışlardı.

Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklannı düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kap kaçakları toplamışlar sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular. Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler. Ayrıca:

- İskender dedikleri her kim ise, burada uzun müddet kalamaz: geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır, diye ısrar ettiler.

Bu yüzden bu iki kişinin adı (Kalaç) oldu kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve torunları (Kalacı) adıyla anıldılar. Fakat bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskenderin geldiğini görmediler.

İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk mânend" dedi. "Bunlar Türke benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı Türkmen olarak kaldı. Giden İki kişi gittikleri için tamı tamına Türkmen sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalaç diye bilindi.

Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskender'den daha güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak, içlerinden en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı, tecrübeli bir Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.

Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar. Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir baskındı bu, ölüm kalım meselesiydi. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı. Türk erlerinden biri, İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş, askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş ışıklan bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp "Altın Kan!. Altın kan!.- diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han Dağı oldu ve öyle söylenip geldi.

Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar , barış yaptılar . Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler yapılmaya başlandı . Uygurlar ile öteki Türk kavimleri şehirlere yerleşti. Şu Hakan da Balasagun'a döndü. Şu kalesini sağlamlaştırdı , şehri geliştirdi. Bütün bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye geçemediler , şehri aşamadılar.
ARADILIŞ DESTANI
Her şeyden önce su vardır. Yer , gök , ay ve güneş yoktu. İlah Kara Han ( Kayra Han ) ile insan vardı. Her ikisi de birer kara kaz şeklinde , suyun üstünde uçuyorlardı.

Kara Han hiç bir şey düşünmüyordu. O sırada insan rüzgârı icât edip suyu dalgalandırdı, Kara Hanın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin ilahlardan daha güçlü olduğunu sandı, daha yüksekte uçmak istedi.

Ama uçamadı ve suya düşüp dibe doğru dalmağa başladı. Neredeyse boğulacaktı; "Bana yardım et!" diye bağırıp Kara Handan yardım istedi.

Kara Han izin verdi ve insan su yüzüne boğulmadan çıktı. Ondan sonra Kara Han: "Sağlam bir taş olsun!" dedi; suyun dibinden bir taş yükseldi. Kara Han ile İnsan, bu taşın üstüne oturdular. Kara Han İnsana: "Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar!" diye emir verdi, insan bu emri yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kara Han'a götürdü.

Kara Han, insanın getirdiği toprağı suyun üzerine serpti ve serperken de: "Yer olsun!..." diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, böylece yer yüzü yaratılmış oldu. Kara Han, insana yi-, ne: "Suya dal ve suyun dibindeki topraktan çıkar!.." diye emir verdi, insan suya daldığı zaman, bu sefer, kendim için de toprak alayım, diye düşündü, iki avucuna da toprak doldurdu, birindekini Kara Han'dan gizlemek için ağzına attı, sakladı. Maksadı, Kara Han'dan saklayıp kendine göre bir yer yaratmaktı.

Bu düşünceyle avucundaki toprağı getirip Kara Han'a uzattı. Kara Han, bu toprağı da suyun üzerine serpti ve genişlemesini buyurdu. Ne var ki Kara Han'ın suya serptiği toprak gibi, insanın ağzının içine sakladığı toprak da büyüyüp genişlemeğe başlamıştı. Bunu düşünmeyen insan korktu, soluğu kesilecekti, neredeyse Ölecekti. Kaçmağa başladı. Ama nereye kaçsa yani başında Kara Han'ın varlığını hissediyordu, ondan kaçamıyordu. Çaresiz kalınca yalvarmağa başladı.

Kara Han, insana: "Ağzındaki toprağı ne için sakladın?" diye sordu, insan: "Kendim için yer yaratmak niyetiyle saklamıştım." diye cevap verdi. Kara Han da: "Öyleyse at ağzından da kurtul!" dedi. insan, ağzında sakladığı toprağı attı. Bunlar yere dökülürken küçük tepeler meydana geldi. Bunun üzerine Kara Han: "Şimdi sen artık günahlı oldun" dedi; "Bana karşı geldin, kötülük düşündün. Senden sonra sana uyan, senin gibi kötülük düşünenler, senin gibi kötü kişi olacaklar; bana itaat edenler ise iyi ve temiz düşünceli olacak, onlar güneş ve aydınlık yüzü göreceklerdir. Bundan sonra senin adın Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarım senden saklayanlar ise benim olsunlar!..."

Bu sırada, yer yüzünde dalsız budaksız bir ağaç yeşermişti. Kara Han bu dalsız budaksız ağacı görünce hoşlaşmadı ; "Dallan, yaprakları olmayan ağaca bakmak hoş değil, bu ağacın dokuz dalı birden olsun!..." dedi. Dalsız budaksız ağaç bir anda dokuz dallı oluverdi. Kara Han bunu görünce: "Bu dokuz dalın her birinin kökünde birerden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz millet olsun!.." dedi.

Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duymuştu. Nedir acaba? diye bakınıp düşünürken vardı Kara Han'a gürültünün sebebini sordu. Kara Han da: "Ben bir Hakanım sen de kendince bir Hakansın. Duyduğun gürültüyü yapan insanlar benim insanlarımdır." diye cevap verdi. Erlik bu milleti kendisine vermesi için Kara Han'a rica ettiyse de Kara Han: "Hayır!" diye karşıladı; "Sen git kendi işine bak!"

Erlik'in canı sıkıldı. "Hele dur bir gidip şu milleti göreyim" diye kalabalığın yanına vardı. Orada, insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha bilmediği bir çok güzel yaratıklar vardı. Erlik: "Kara Han bunları nasıl yarattı acaba? Bunlar burada ne yiyip ne içiyorlar?" dîye düşünmeğe başladı. O düşüne dursun , insanlar ağacın meyvelerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnız bir yanındaki meyvelerden yiyorlar, öte yandakilere ellerini bile sürmüyorlar. Gidip bunun sebebini sordu, insanlardan aldığı cevap ise: "Tanrı bize o yandaki meyvelerden yemeyi yasak etti, biz de bunun için o meyvelerden yemiyor ancak, irin verdiği güneşin doğduğu yandaki meyvelerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, o yasak yandaki meyveleri ye-mememiz için bekçilik ediyor."

Bu cevap Erlik'in canını sıkacağı yerde sevindirdi. Ağacın çevresindeki insanların arasında bulunan Doğanay (Törüngey) denilen bir adam buldu ve ona: "Kara Han size yalan söylemiş. Asıl size yasakladığı meyvelerden yemeniz gerekir; daha tatlıdır, göreceksiniz" dedi. Bu sırada uyumakta olan yılanın ağzına girdi ve yılana ağaca çıkmasını söyledi. Yılan da ağaca çıkıp yasak meyvelerden yedi. Doğanay'ın karısı Ece (Eje) yanlarına gelmişti. Erlik, Doğanay'la Ece'ye de meyvelerden yemeleri için ısrar etti. Doğanay, Kara Han'ın sözünü tutarak yasak meyvelerden yemedi ama karısı Ece dayanamadı, yedi. Meyve çok tatlı-idi. Alıp, kocasının ağzına sürdü o anda Doğanay ile Ece'nin tüyleri dökülüverdi, birden utanmağa başladılar, kaçışıp her biri bir ağacın ardına saklandılar.

Bu işler olurken Kara Han oraya gelmişti, insanların hepsi birden kaçışıp aklınca birer köşeye gizlenmişlerdi. Kara Han: "Doğanay!. Ece!. Doğanay! Ece!" diye haykırmağa başladı. "Neredesiniz?"

Doğanay'la Ece: "Ağaçların arasındayız" diye cevap verdiler. "Sana görünemeyiz. Utanıyoruz."

Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kara Han, bildiği şeyleri duymanın Öfkesi içinde her birine ayrı ayrı cezalar verdi: "Şimdi sen de Erlik'ten bir parça oldun" diye yılana verdi ilk cezasını; "İnsanlar sana düşman olsun, seni görünce vurup, ezip öldürsünler!" dedi.

Ece'ye döndü: "Sen Erlik'in sözüne uydun, yasak meyveyi yedin, öyleyse cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın, doğururken de türlü eza cefa ve acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın!"

Doğanay'a da şöyle diyerek cezasını verdi: "Erlik'in gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin. Madem Erlik'in sözüne uydun öyleyse onun adamları onun ülkesinde yaşar, karanlık dünyasında bulunur. Benim ışığımdan mahrum kalır. Benim sözümü dinlemiş olsaydın benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun ve dokuz kızın olacak. Bundan sonra ben insan yaratmayacağım. Bundan sonra insanlar senden türeyecek. Tek başına ne yaparsan yap."

Erliğe de kızdı: "Benim adamlarımı neden aldattın?" diye sordu öfkeyle. ,

Erlik: "İstedim vermedin" dedi; "Ben de senden çaldım. Artık hep çalacağım. Atla kaçarsa düşürüp çalacağım; içip içip sarhoş olurlarsa birbirine düşürüp döğüştüreceğim.. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım."

Kara Han da: "Öyleyse üç kat yerin altında, ayı güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum!" diye Erlik'i cezalandırdı.

Bu iş de bitince bütün insanlara birden ceza verdi: "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz, benim yemeğimden yemek yok" dedi; "Artık yüz yüze 'gelip sizinle konuşmayacağım. Size bundan sonra Gök Oğul'u (Maytere) göndereceğim."

Gök Oğul gelip insanlara bir çok şeyler yapmasını öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ayrıca ot köklerini, yenebilecek bir kısım otlan yemeyi insanlara öğretti.

Bu böylece sürüp giderken Erlik Gök Oğul'a yalvarıyordu: "Ey Gök Oğul, bana yardım et, Kara Han'dan izin iste, yanına çıkmak dileğimi söyle, yardım et bana!" ,

Gök Oğul, Erlik'in bu dileğini Kara Han'a iletti ise de Kara Han aldırış bilş etmedi; Gök Oğul tam altmış yıl yalvarma-sına devam etti. Bunun üzerine, altmış yılın sonunda Kara Han Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin." dedi. Erlik söz verdi. Bunun üzerine, Kara Han'ın huzuruna çıktı, baş eğdi: "Beni kutsa, bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı.

Kara Han buna da izin verdi, îzni koparan Erlik kendisi için gökler yaptı Adamlarını başına topladı, yaptığı göklere yerleştirdi, kendisi de başlarına geçti, çok kalabalık oldular. .
İlâh Kara Han (Kayra Han) ın en sevgili kullarından olan Ulu kişi bu durumu görüp üzülmüştü. Üzüntü içinde düşündü: "Bize bağlı, bizim öz insanlarımız yer yüzünde cefa çekip yoruluyor; Erlik'in adamları ise göklerde keyfedip duruyor. Bu iş, bir işe benzemez."

Bu üzüntülü düşünce içinde, biraz da Kara Han'a gücenmiş olarak, Erlik'e savaş açtı. Ne var ki Erlik daha güçlü çıkıp karşı geldi ve ateşle vurup Ulu kişiyi kaçırdı. Ulu kişi doğrulayıp Kara Han'ın huzuruna çıktı. Kara Han'ın: "nereden geliyorsun?" diye sorması üzerine Ulu Kişi: "Erlik'in adamlarının gökyüzünde oturması, buna karşılık bizim iyi insanlarımızın yer yüzünde yorgun argın yaşamaları ağınma gitti, bu çok kötü bir durum diyerek Erlik'in yandaşlarım yere indirmek göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaş etmek istedim. Fakat gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye üzgün ve ağlamaklı cevap verdi.

Kara Han üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi. "Erlik'in gücü senden fazladır. Ama bir gün gelecek senin gücün Erlik'in gücünden daha üstün olacak..."

Bu söz üzerine Ulu Kişi'nin yüreği "ferahladı rahat rahat uyudu.

Bir gün geldi Ulu Kişi o gün güçleneceğini hissetti. Yine o gün Kara Han Ulu Kişiyi yanına çağırttı ve: "Var git, güçlendin gayri; Erlik'in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni, maksadına ereceksin" dedi. "Kendi gücümden sana güç verdim."

Ulu Kişi önce hayret etti: "Yayım yok, okum yok, kargım yok, yatağanım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim ben?"

Kara Han, Ulu Kişi'ye bir kargı verdi. Ulu Kişi kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini alt üst edip kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu yeryüzüne döküldü. O zamana kadar dümdüz olan yer yüzü, o günden sonra kayalıklarla, sipsivri dağlarla doldu. Görklü Güzel Tanrının özene bezene yarattığı o güzel yer yüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu; ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi; sipsivri taşların kayaların üstüne düşenler öldü; hayvanlara çarpanlar hayvanların ayaklarının altında kaldılar.

Durum böyle olunca Erlik varıp Kara Han'dan kendine bir yer istedi. "Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin, benim barınacak bir yerim kalmadı" dedi. Kara Han Erlik'i yerin altındaki karanlık ülkesine sürdü, üzerine yedi kat kilitler vurdurdu. "Burada güneş ve ay ışığı görmeyesin; iyi olursan yanıma alırım kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Erlik bunun üzerine: "Öyleyse ölmüş insanların canlarını bana ver; bedenleri senin olsun canları benim işime yarasın" diye bir istekte bulundu. Kara Han : "Hayır, onları da sana vermeyeceğim" dedi; "İstiyorsan kendin yarat." Böylece yaratma iznine kavuşmuş olan Erlik eline bir çekiç, bir körük ve bir örs alarak vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Sırasıyla kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yer yüzünü doldurdu. Sonunda Kara Han gelip Erlik'in elinden çekici, örsü ve körüğü aldı, ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kara Han kadını yakalayıp yüzüne tükürdü. Tükürür tükürmez, kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen tüyü bir işe yaramayan Kurday denilen kuştur.

Kara Han erkeği yakalayıp onun da yüzüne tükürdü, o da bir kuş olup uçtu, adına Yalban Kuşu dediler.

Bütün bunlardan sonra Kara Han, insanlara: "Ben size mal verdim, aş verdim; yer yüzünde iyi, güzel, temiz ne varsa verdim, yardımcınız oldum, siz de iyilik yapınız. Ben göklerime çekileceğim, belki bir daha dönmeyeceğim." dedi. Arkasından yardımcı ruhlarına: "Gün Aşan, sen, içki içip aklını yitirenleri; körpecik çocukları, kısrak yavrularını inek buzağılarını koru, onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al, intihar edenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızlan, başkalarına düşmanlık edenleri koruma. Benim için, bir de Hâkanları ile Yurtlan için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.

İnsanlar! Size yardım ettim, sizden kötü ruhları uzaklaştırdım. Onlar insanlara yaklaşırlarsa insanlar onlara yiyecek versinler, ama o kötü ruhların yemeklerinden yeme-sinler, yerlerse onlardan olurlar. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum ama yine geleceğim beni unutmayınız, geri gelmez sanmayınız. Tekrar geldiğimde iyiliklerinizin ve kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ, Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar, sizlere yardımcı olacaklar.

Ağca Dağ! Gözlerini dört aç! Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişi'ye söyle, o güçlüdür. Gün Aşan, sen de iyi dinle, kötü ruhlar yerin altındaki karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar, çıkarlarsa hemen Gök Ogul'a git ve haber ver, ona güç verdim, kötü ruhları kovar.

Alma Ata ayı ve güneşi bekleyecek. Ulu '"işi yer yüzünü ve gök yüzünü koruyacak Gök Oğul ise iyilerden kötüleri uzaklaştıracaktır."

Bunlan söyledikten sonra Kara Han uzaklaştı.

Ulu Kişi Kara Han'ın öğütlerini bir bir yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı; tüfeği barutu icât etti, sincap o vurdu.

Sonra bir gün geldi Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı:

"Bugün beni rüzgâr uçuracak, alıp götürecektir!"

Ulu Kişi'nin dediği gibi rüzgâr geldi, aldı Ulu Kişiyi uçurdu götürdü. Ağca Dağ bunun üzerine insanlara: "Ulu Kişi'yi ilâh Kara Han yanına aldı. Onu bulamazsınız artık, beni de bir gün gelecek yanına çağıracak, nereye isterse oraya gideceğim. Siz öğrendiklerinizi unutmayın, Kara Han böyle istedi" dedi.

İnsanlar kendi hâline bırakıp o da gitti.